14 Ekim 2015 Çarşamba

Bir Garip Anadolu Hikayesi

    Saat 15:00 otobüsüm 16:00' da, otele dönüp valizlerimi alıp otogara yetişeceğiz, bu arada otogarın önünden geçiyoruz ancak o gün hesaplayamadığım bir çok ihtimal gibi okula giderken valizleri taksiye almayı da düşünememiş, aradaki mesafeleri hesaplamamıştım, tabi bu zincirleme şanssızlıkların başlangıcı. O gün hesaplayamadığım bugün de olsa hesaplayamayacağım Kayseri'de trafik olma ihtimali !!! Şimdi sadece yarım saatim var hızla otele giriyorum valizlerim diyorum, cebimden bir şey ararken valiz odasınında ki valizlerimi görüp taksiye atıyorum, takım elbiseme bakıyorum ama askıda hiç bir şey yok, bir umut cebimdeki fişleri çıkarıyorum ne işe yarayacaksa takım elbisem vardı diyorum. Resepsiyonist çocuk yüzüme mavi ekran vererek bakıyor o esnada valiz odasının görevlisi geliyor ve resepsiyonist çocuğa az önce otelden ayrılanlara takım elbiselerini fiş vermeden mi verdin diyor. O esnada iş anlaşılıyor, benden önce otelden ayrılan grup mesai esnasında takım elbisenin zaruri olduğu meslekten. Anlaşılan otelden ayrılırken bir yığın onlara ait takım elbiseyi valiz odasından alırken benim takım elbisem de onlarla beraber gitmiş.  
     Otobüse sadece 20 dakika var Resepsiyonist çocuğun yakasındaki isim kartına gözüm ilişiyor, ismi Kemal parmağımı ona doğrultup" Kemal takım elbisemi bulacaksın düğüne yetişmem gerekiyor seni arayacağım " deyip taksiye atlıyorum. Bu hengamede bayağı vakit kaybettim otobüse sadece 15 dakika var artık, yetişemiyeceğim düşünceleri ağır basmaya başlıyor taksi şoförüm aynı heyecanı benle baraber yaşıyor. Otobüs firmasını arıyorum ulaşabilene aşk olsun benle aynı heyecanı yaşayan emektar taksi şoförüm bir çözüm buluyor ve diyor ki "Evlat otogarın içine falan girmeyeceğim otobüslerin otogardan çıktığı kapının önüne taksiyi çekeceğim otobüs gidemeyecek sen hiç merak etme" otobüslerin çıkış noktasına  dediği gibi taksiyi çekiyor. Saat otobüs saatini 6-7 dakika geçmiş, otogar kapısından çıkan otobüs yok kafalarda iki tane soru var, acaba otobüs hala hareket etmedi mi ? yoksa bizden önce otogardan ayrıldı mı? Bir elimde valizim sırtımda çantam ve diğer elimde benle olması gereken ama nerede olduğunu bilmediğim takım elbisem orada olup olmadığını bilmediğim otobüsüme doğru, otogarın engebeli betonun da, valizimin tekerleklerinin çıkardığı sesle, kafamda acabalarla yürüyorum. Bir yandan da emektar taksi şoförüme dönüp "Sen git abi ben hallederim" diyorum. Biraz ilerledikten sonra otobüsümün hala orada olduğunu otobüsün logosundan tanıyor biraz nefes alıyor valizlerimi teslim etmek üzere otobüse yanaşıyorum. Otobüste yerimi aldığımda yetişmemin verdiği mutluluk bir anda aklıma gelen takım elbiseyle, yerini başka bir soruna bırakıyor ve otobüs hareket ediyor. Babamın "Ankaraya gel buradan hep beraber gideriz" ısrarlarına rağmen benim inat edip günlerdir aradığım Kayseri'den Samsun'a gidebilecek herhangi bir otobüs olan Kayseri Batum otobüsünün neden bu kadar yavaş gittiğini normalde bir saatlik mesafe olan Sivasa ikinci saatin sonunda vardığımızı, arkadaki yolcunun önce serzenişi ardından muavine yaptığı çıkışla daha iyi anlıyorum ve kafamda durum şekilleniyor. Otobüs sırasıyla uğrayacağı Sivas, Tokat, Amasya, Samsun ve bilimum ilçelerden saate göre sattığı biletlere göre kendisini ayarlıyor. Ha unutmadan o bölgeyi bilenler Kayseri Samsun arasında daha kısa bir rota olduğunu bilirler. 
   Bu arada benim için hayati olan telefonumun şarjı %15 lerde tek umudum yeni nesil otobüslerde bulunan koltuğun arkasındaki televizyon ünitesindeki usb girişi. Böyle bir günde, bu durumda bir sürpriz yaşamayacak olmam, asıl sürpriz olurdu. Tabii ki usb girişi çalışmıyor, yanım da ki genç çocuk Telefon şarj aleti ve usb girişiyle uğraşırken beni görmüş olacak ki "Olmuyor abi diyor, şarz etmiyor". Sivasa giderken yolda birkaç kere oteli arıyorum ama Kemal'e ulaşamıyorlar. Sivas'ta mola veriyor otobüs, hemen bir tl lik şarj makinelerine telefonumu takıyorum 10 dakikalık molada ne kadar şarj edilebilirse o kadar şarj ediyorum telefonu mu. Sivas'tan sonra Tokat'a doğru hareket ediyoruz o esnada Kemal'e ulaşıyorum, takım elbisemi alan misafirlere ulaştığını, elbisenin onlarla Ankara'ya gittiklerini söylüyor. Benim aklıma ilk gelen babamların da Ankara'da olduğu, takım elbiseyi onlardan alabilecekleri. Bu arada Kemal de aslında Ankara'da görevli olduğunu, gece Ankara'ya hareket edeceğini, takım elbiseyi onlardan alabileceğini söylüyor. Kemal'in cep telefon numarasını hızlı bir şekilde okuduğum kitabın ilk sayfasına yazıyorum, bitmeye yüz tutmuş şarjımla Tokat'ta indiğimde telefonumu şarja takıp, babamı arayıp, durumu haber vermeyi planlıyorum. Otobüs Tokat'ta durduğunda muavin sadece 10 dakka mola vereceğimizi söylüyor, elimde sarj aleti Tokat otogarında priz arıyorum, denediğim 3 priz de çalışmıyor, sanırım yine umudum bir tl lik şarj makineleri olacak. Ve nihayet bir tanesini buluyorum, üstünde kocaman bir yazı var "Kabloyu kendinize doğru çekmeyin" neden böyle bir yazı ve neden bu kadar büyük harflerle anlam veremiyorum, bir tl mi atıp telefonumu şarja takıyorum kabloyu çekmemeye özen gösterip hafifçe eğilerek babamı arıyor, telefonda durumu anlatıyor, aşağı yukarı durumu aksettirdiği mi düşünüyorum, tam o anda bir ses kulaklarımda patlıyor "Çekmesene kardeşim oraya boşuna mı yazdık" kafam önde bana çemkiren adama hiç bakmadan durumu anlatmaya çalışıyorum ve "Tamam kardeşim" diyorum, tekrar "Çekmesene kardeşim makine şase yapıyor daha dün yandı" ya sabır çekiyorum adam tekrarlıyor bir yandan babama yok bişe sorun yok diyorum ve tüm sinirim ve bugün olanların bana yüklediği elektrikle kafamı kaldırıyorum, sanırım adama saldıracağım, sadece telefonu kapatıp harekete geçmek istiyorum kafamı kaldırıyorum ki o da ne beni deminden beri sinir eden, çemkiren adamın bir kolu yok!!! Şaşkınım tüm sinirim bir anda yerini anlamsız bir pişmanlık ve akabinde anlamsız bir alttan almaya bırakıyor ne yapacağımı şaşırıyorum adama tamam kardeşim deyip babama "Dediğim gibi ben şimdi sana çocuğun telefonunu yollayacağım" deyip telefonu kapatıyorum. İçimde patlayan sinirim ve pişmanlığımla kalkmak üzere olan otobüsüme doğru koşuyorum. 
   Tabii ki unutmadan, bu hikayeyi anlattığım herkesin o anda birikmiş sinirini karşımdaki insanın engelini farkettiğinde değişen ve karmaşıklaşan ruh hallerine şahit oluyorum ama kendinden çok emince dayımın yaptığı "A........ koduğumun çocuğu o engelini kullanıyor birgün onu çok kötü döven biri olursa aklı başına gelir" yorumunu da burada eklemeden edemeyeceğim. 
   Tokat'tan Amasyaya doğru yol alırken ben babama Kemal'in cep telefonunu mesajla yolluyor telefonda güç bela anlattığım olayı bir daha özetliyor ve Amasya'yı gecenin bir vakti izlerken, artık telefonumun şarjının bitmesini, olayı babama devretmenin rahatlığıyla Samsun'a varıp otelde dinlenmeyi planlıyorum. Saat 23:00 sularında Samsun otogarına giren otobüsümden inip, otelime geçiyor, odama çıkıyor, telefonuma bakıp bakıp babamdan başka bir mesaj gelmemiş olmasına seviniyorum ama aksilikler tabii ki bunlarla kalmıyor ya otobüste ya takside bir yerde şarj aletimin adaptörünü düşürdüğümü anlıyorum, olsun diyorum bilgisayarımda şarj ederim sonra aklıma geliyor ki bilgisayarım usbsi şarj etmiyor. Lobiye inip rica minnet Resepsiyonist çocuktan Kemal'in intikamını almak ister gibi, bir nevi olmalı ve vermeli önyargısıyla şarj aletini alıyorum, sabah bırakacağıma söz verip hemen uyumamak istiyorum . Çünkü plan şu, Kemal takım elbisemi alan adamlardan geri alıp kendisine tarif ettiğim Ankara'daki evimize Sabah  6:30 gibi bırakacak bizimkiler de  o saatte yola çıkacaklar. Bu arada plan şu, babamlar Samsun'dan beni de alıp Fatsa ya kuzenimin düğününe gideceğiz. 
   Televizyon bilgisayar kitap derken saat 5:00 beş buçuk yapıyorum, uyandığımda her şeyin düzelmiş olacağını düşünerek sabrın ana kucağı uykuya kendimi bırakıyor, bir yandan da gün ola harman ola diyorum. Sabah uyandığımda saatime kısık gözlerle bakıp 12 olduğunu görünce, babamların gelmek üzere olduğunu düşünüyor telefonuma bakıyor hala bir mesaj gelmediğine bir arama olmadığına görüp keyifleniyor ve nefesimi tutup babamı arıyorum. Sesi oldukça neşeli, 1-2 saatlik yolları kaldığını söylüyor kendisi olayla ilgili hiç bir şey söylemiyor, ben de biraz espiriye vurup emaneti aldınız mı diyorum. Babamda o neşeli sesiyle "Sıçarım emanetine" diyor ya cidden aldınız mı diyorum, aldık aldık sabah sabah senin yüzünden o kadar yol gittim diyor, anlamaya çalışıyorum niye diyorum. Plan şu, Kemal Eryamandan, adamlardan elbiseyi alıp Balgata getirecek. Plan buydu ancak Kemal araba bulamıyor babamla  6:30'da söyledikleri gibi buluşuyor, abi diyor "Arkadaşı bulamadım, eğer senin içinde uygunsa senle beraber Eryaman'a gidip elbiseyi alalım" gidip elbiseyi alıp geri geliyorlar. Sonuç da Kayseri de otelde tanımadığım adamlarla Ankara'ya giden elbisem, sabahın altı buçuğunda ufak bir plan değişikliği ile de olsa babamın arabasında yerini alıyor. Simdiyse sadece Samsun'a bir iki saat mesafede seyir halinde. 
   Telefonu kapattım, ooooo çok neşeliyim, dün Kayseri de saat 15:00'ten itibaren başlayan olaylar silsilesi sanırım son noktasını bulmak üzere, keyifle otelden çıkıyor resepsiyona şarj aletini geri veriyor ellerim cebimde dudağımda bir ıslık, Samsun meydandaki Oba Lokantasina işkembe çorbası ardından da o nefis dönerini yemeye gidiyorum......


Semih Bilen

9 Mart 2015 Pazartesi

BİR GARİP TRABZON HİKAYESİ


   2010-11 şampiyonluğu hala tartışıladursun (biz Trabzonluların, yargının ve uluslararası mahkemelerin kararları çok net belli )UEFA’nın verdiği karararla Türkiyeden 2011-12 yılında Şampiyonlar Ligine Trabzonspor katılacaktı.

   Efsanevi İnter galibiyetiyle başlamıştı  B grubu serüveni, son maçta ise Trabzonspor ,Fransada Lille maçına çıkarken, hikayenin ana kahramanı kardeşim Melih, o soğuk ve rüzgarlı aralık akşamında Metropolitan stadında yerini almıştı.

  Trabzonspor’a bir üst tura geçmek için Fransadan alınacak 1 puan yetiyordu, ancak Inter İtalya’da CSKA Moskovaya yenilmez ise, bu ihtimali kimse düşünmüyordu, ta ki 87. dakikada Rus futbolcu Vasili Berezutski’nin golüne kadar. Fransadan 0-0 la ayrılan Trabzonspor , İtalyadan gelen sonuçla grubun 3. oldu ve böylelikle Şampiyonlar Liginden  elenip yoluna UEFA Arupa liginde devam etti. 16 Aralık 2011 de yapılan kura çekiminde Trabzonspor’a Hollandanın ünlü elektronik devi Philips işçilerinin kurduğu, Eindhoven kentinin takımı PSV Eindhoven çıkıyordu. İlk maç 16 Şubatta Trabzonda olacaktı. Biletlerimiz maç sabahı Trabzon’da olacak şekilde alınmıştı. Melih Ankaradan ben İstanbuldan gelerek, Trabzon Havalimanına indik, maç saatine kadar Trabzon özlemini akrabalar, arkadaşlar, yemek ve çay ile giderip akşam maç esnasında Trabzon Hüseyin Avni Aker stadında yerimizi aldık.

   Hikayenin maç yazısı olduğunu düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz, ancak diğer yazılarım gibi duygusal bir derinlikte olmayacak, hikaye tamamen maçın ertesi günü olan 17 Şubat Cuma günü, Trabzon’a gittiğimizde genellikle kaldığımız kuzenim Hakanın evinde geçmekte.

Kendi sahamızdaki 1-2 lik yenilgi can sıkıcıydı ancak daha can sıkıcı olan soğuk yüzünden evden çıkamamamız, bilgisayarlarımızı geitrmemiş olmamız, Melihin tüm ısrarlarına rağmen onu uçakla gelmeye ikna etmem yüzünden arabamızında olmamasıydı. Ayrıca  evin sahibi kuzenim  Hakanda teyzemle beraber Umrede olduğu için can sıkıntısı iki kat artmıştı. Zira o sene Şampiyonlar Liginde Trabzondaki Lille, CSKA Moskova ve Inter maçlarında değişmez üçlü şeklindeydik. Aslında o maçlardaki ben Melih ve Hakan üçlüsünün yanında değişmeyen bir gerçek daha vardı eve her gelişimizde evin elektrik sayacının borçtan ve Hakanın “Maçtan maça bir gün geliyorum” ilgisizliğinden ötürü ödenmemiş ve kesilmiş olmasıydı; her defasında da aynı senaryo tekrarlanır, Melih sayacın altından kabloları bağlar, Hakanda hah öle olacak der, Melide ona dönüp “Madem öle neden yapmıyorsun  her defasında ben yapıyorum” derdi. Belki de can sıkıntımız tüm bu olumsuzluklara rağmen yine giderebilirdi, mesela evdeki Digitürk paketi kesilmemiş olsaydı. Konuyu gayet ihtiyatlı karşılayıp, arayalım borcunu ödeyelim, aylığı ne kadar ki ligtv pakette yok aylığı ucuzdur 1-2 ay ödenmemiş olsa bile kredi kartı ile öder  kalacağımız iki üç günde en azından canımız sıkılmaz mantığını kurmuştuk. Mantık telefonun diğer ucundaki yetkilinin bildirdiği borç miktarını söyleyinceye kadar devam etti. Borç 350 TL idi, yavaşça telefonu kapattık, ya kardeşim trt1 açık işte, izleyelim savunmasını yaptık. Digitürk aboneliği kapanınca sadece trt 1 kanalının açık bırakılması bir ödül mü ceza mı bence tartışılır.
  
   Cuma günü 13:00 sıraları canlar iyice sıkıldı, trt 1 de bizleri yeter artık ! dedirtecek hangi program başladıysa, ben isyan bayrağını çektim ve markete gidiyorum, bari yiyecek bişiler alıp yemek yapayım, çok canım sıkıldı dememle kendimi evden dışarı attım. Marketten alişverişimi yapıp eve döndüm. Boztepe mahallesindeki dededen kalma, 3 katlı, her katın bir kardeşe ait olduğu aile apartmanı denecek Kabadayı Apartmanının demir kapısını açıp içeri girip hızlıca kapattıp. Apartmanda en üst katta dayım, orta katta İstanbulda bulunan rahmetli büyük amcamın çocuklarının geldiğinde kaldıkları, çoğu zaman boş olan daire ve ilk katta hikayeye sahne olan daire olduğu için sokak kapının çalınması garibime gitti, önce oralı olmadım merdivenlere doğru yürümeye başladım, daha sonra nedense dayımla ilgili birinin geleceğini düşündüm  geri dönüp demirden son derece ağır apartman kapısını açtım. Gelenler Elektrik İdaresidendi. Neden gelmiş olduklarını anladım ve “ Biz Elektrik İdaresinden geliyoruz” dedikleri  anda ben apartmanın merdivenlerine doğru çoktan yol almıştım. Arkamdan seslenip ilk kattan oturanları sordular, o evde kalıyor olmama rağmen, bilmediğimi, tanımadığımı ve 3 . katta oturduğumu söyleyip yoluma devam ettim. Hakanın evi babaannesinin üzerineydi ve 3. kattaki dairenin zilinde yazan isimlerde, soyadlar tutmuyordu, böylelikle durumum pek şüphe uyandırmamıştı.

  Yetkililer tam gidiyorlardaki  elektrik sayacının mühürlü olmasına rağmen çalıştığını farkettiler, bende aynı hızla merdivenleden çıkmaya başladım, kapıyı açan Melihe kaş göz işareti yapıp elimdeki market çantasıyla üst kata hareket edip, üst kattaki merdiven boşluğundan olanları izlemeye koyuldum. Yetkililer Melihe durumu anlattı, Melihde olaydan haberi olmadığını evin kuzeninin olduğunu, kendisinin  maça geldiğini, ev sahibinin ise Umrede olduğunu söyledi.  Eğer Trabzonda yaşıyorsanız hayat hem zor, hem de bir o kadar eğlecelidir, aynı zamanda da etrafınızda bol bol hızlı düşünen, hazırcevap ve cin fikirli, pratik zeka insanlara rastlar, onların söyledikleriyle zaman zaman gerilir, zaman zaman kahkalarla gülmekten kendinizi almazsınız. Ev sahibinin Umrede olduğunu duyan  yetkili bombasını patlattı
“ Ne Umrede mi havu gadar borçları var Umreye mi gittiler”
Melih hafif tebessüm hafif sinirle “Bilemiyorum” dedi ve ne yapabilriz demeyi de unutmadı.
Günlerden Cuma idi Melihin istediği adamın ağzından Pazartesi ödeyin açıklmasıydı, çünkü Melih pazartesi 11 uçağı ile Ankaraya dönecekti, o nedenle haftasonu elektirksiz geçirmeyeceği garanti olacaktı. Yetkileden önce davrandı ve dedi ki Pazartesi hallettireceğim ben.
Şimdi Melihin bu hızlı düşünme kabiliyeti ve pratik zekası yetiştiği ve büyüdüğü coğrafyaya bağlıydı ama unuttuğu bir şey vardı, o da yetkilinin de o coğrafyada büyümesi, o da çok hızlı düşündü en az Melih kadar ve dedi ki
“Belli olmaz beki da Cumartesi ya da Pazar da sayacı sokebilirlar”

Melih tebessüm etti yetkiler gitti ve ben üst merdiven boşluğundan izlediğim bu canlı tiyatronun bitmesinn ardından aşağı inip kapıyı çaldım Melih kapıyı açtı ve finali yaptı. Abi biliyor musun tedaşdan geldiler, yukarı çıkarken beni görmemiş J))))

30 Mayıs 2013 Perşembe

TÜRKİYE, ADALET VE KUZEYLİ ZENCİLER

      Neresinden tutarsak tutalım elimizde kalacak bir sezon. Şenol Hocaya yapılan haksızlıklar, Şenol Hocanın hataları, yönetim yanlışları, taraftarların yanlış çıkışları. Hiç de iyi anılar barındırmayan bir sezon.
Ama işte futbol matematik değil, en kötü sezonunda bile önüne final şansı geliyor. Sivas’da yarı final ilk maçının 90. Dakikası 2-0 mağlubuz, her şey kötü gidiyor, Sapara’nın hayat verengolü herşeyi değiştiriyor. Rövanş maçı Avni Aker’de, bir şahlanış, 6-0 lık galibiyet. 2 senedir ırkçılıktan, şikeye kadar en adi uygulamalara dünyanın gözü önünde mağruz bırakılan ve hiçbir kurumun sahip çıkmadığı bir camia.     (Burada taraftar hariç demeyi çok isterdim ama maalesef taraftarlar da, bir kısmı hariç, bu süreçte takımın yanında olmamışlardır)
    Ve final Ankara’da, rakip malum, yola çıkış noktamız, sloganımız çok net    “Tükenmeyen isyanımızla, öfkemizle, inancımızla, geliyoruz Ankara’ya, koyacağız ............”


    Urfa’daki muhteşem finalin formaları ve aynı kadro ile Ankara yollarına düştük. Maç anıları işin ayrıntısı ve teferruatı. Son düdük çaldığında bu kötü sezondan elimizde kalan şon şansı da kaybetmiştik. Tükenmeyen isyanımız 1001 katına çıkmıştı, kendimi etrafa boş boş bakarken buldum, sonra Soner’i gördüm koltuğa çökmüş, kafasını ellerinin arasına almıştı; “kalk ayağa” diye bağırdım, kolundan tutup  “bizi bu şekilde görmesinler” dedim. Tribünden aşağı hızlı hızlı inip kendimi staddan dışarı atmak istedim, doğruca aşağıya doğru inmeye niyetlendim. Kendimi kaybetmişim, polislerin arasında ne işim var, Melih beni ordan ne ara çekip çıkardı hatırlamıyorum. Tel örgülerin hizasına geldiğimde, kupayı kutlayan taraftarlar ve oyuncuları bile şaşırtacak bir tezahürat dalga dalga yükselmeye başladı  “Seviyoruz işte var mı diyeceğin”  bitmiş sesimle, damarlarım patlarcasına, bu adaletsiz ülkeye tüm isyanımla bağırdık “Seviyoruz işte var mı diyeceğin”.


     Bu ülke kendine düşman yaratmayı o kadar seviyor ki ve artık Trabzonluları da karşısına almıştır. Başlangıç tarihi 3 Temmuz 2011, dönülmez bir yola girdiği tarih ise 22 Mayıs 2013 dür.

     Bu noktada sanırım kısa bir özete ihtiyacımız var. 2011 yılında bir operasyon yapılır, farklı bir soruşturma,  telefon konuşmaları, pis, kokuşmuş bir düzenin içine düşürür kolluk kuvvetlerini. Takip sürer, telefon konuşmaları, ortam dinlemeleri, gizli kamera görüntüleri, ilişkiler içler acısıdır. Aradan 1-2 ay geçer, herkes mantıklı olanın, adaletin uygulanması gerektiğini, Futbol Federsyonu’nun bir an önce karar vermesini bekler. Ama beklendiği gibi olmaz, TFF süreci yavaşlatır delil ister, delil gelmedi der, resmen insanları ve kurumları oyalar. Bunda Fenerli TFF başkanının etkisi çok büyüktür. Bu arada ülkenin değerli vekilleri futbolda şiddet yasasını çok ağır bulur, hiçbir konuda  bir araya gelmedikleri bir hızla yeni yasa teklifini hazırlayıp , meclisten geçirip Cumhurbaşkanına sunarlar, yasa Cumhurbaşkanından geri döner. Ancak bu nasıl bir güçtür ki, hiçbir değişiklik yapılmadan, tekrar Cumhurbaşkanına gönderilir ve onaylanır. Ne ilginçtir ki, çok büyük alkışlar ve reklamlarla 6 ay önce yasalaşan o kanun aynı paydaşların baskısıyla, çıkartan merci olan meclis tarafından, cezalar büyük oranda hafifletilerek değiştirilir. Tüm ülke, basınından siyasetçisine, taraftar gruplarına kadar olayın soğuması için üfleyenler arasındadır.
     Futbolda Şiddet Yassı kanunlaşır, bu kanuna göre şikeye teşvik etmek en az yapmak kadar suçtur, soruşturma süreci başlar, Fenerli federasyon başkanı olayı soğutur, olayın en şiddetli dönemi savuşturulur, siyasetçilerin baskısıyla yasa değiştirilir, kişilerle kurumlar ayrılmalıdır denir, ardından da teşebbüs ettiler ama yapamadılar denir. Tabi bu kararda fener camiasını karşısına almak istemeyen hükümetin olduğu apaçık ortadadır.
     Mahkeme kararını vermeden Mayıs ayı içersinde TFF  Displin Kurulu kararını verir, şükürler olsun ki Türk Futbolu tertemizdir, hiç bir sıkıntı yoktur. 3 Temmuz 2012 de ise mahkeme kararını verir. Fener kendisinin 6 maçında şike yapmış, bizim ise 3 maçımızda teşvik primi vermiştir. Ayrıntılı cezalar ise şu şekildedir.




                       
Bu sistemden uzaklaştıran, ötekileştiren, hakkını arayana vurulan darbenin son örneğini de 22 Mayıs akşamı Ankara 19 Mayıs Stadında yaşadık. Yahu Bordo Mavili tribünler yaklaşık 7 yıldır 61. Dk. kutlaması yapıyor ve birçok kulüp tarafından taklit ediliyor. Bunu bilmeyen bir emniyet grubu, kolluk kuvvetleri olabilir mi ? Olamaz tabiiki. 22 Mayıs akşamı Ankara’da olanları, taraftarımıza biber gazları ve köpeklerle saldırılması emrinin verilmesini de bu sürecin devamı olarak görüyorum. Tıpkı sezon boyunca takımıza yapılan hakem hataları ve koca sezonda lehine bir penaltı bile verilmeyişi gibi.



    Şu anda yargıtayın kararı onaması bekleniyor, ancak ceza alan oyuncusundan, yöneticisine, hocasına kadar hepsi görev başında ve bu kimseyi rahatsız etmiyor. Bu süreçte tek susmayan, bağıranlarsa biz Trabzonsporlularız. O günden beri ülkenin birçok ilinde yapılan Temiz Futbol Eylemleri 1 yaşını doldurdu, sosyal medyada haykırmaya devam ediyoruz, UEFA, FIFA ve tüm dünya spor çevrelerini göreve çağıran email kampanyaları düzenliyoruz.
Biz bu süreçte şunu anladık, bu ülkenin milliyetçileri ve dönmez savunucuları olmamız, böyle bilinmemiz, bize fayda getirmemiş, bilakis enayi yerine koyulmamıza sebep olmuş. Ne zaman ki bu süreçte yapılanlar ortaya çıktı, kimsenin dostumuz olmadığını, haklı olmanın bu ülkede yeterli olmadığını, beyaz da olmamız gerektiğini öğrendik. Biz bu ülkenin hakkını arayan Kuzeylileriyiz, siyahları, zencileriyiz, egemenlere ve oligarşiye karşı hakkını arayanlarıyız.

   Biz ülkedeki tüm haksızlıkların önüne geçecek kadar güçlü değiliz, ancak bize yapılan, gözümüze soka soka yapılan bu haksızlığı kabul etmeyeceğiz ve yemin ederim ki hakkımızı alana kadar bu yoldan dönmeyeceğiz.   


"ELBET BU ÜLKE ADALETİN NE OLDUĞUNU VE NASIL DAĞITILACAĞINI ÖĞRENECEK"


Yazan: Semih Bilen
Düzenleme: Ayşe Selen Erkut

28 Ocak 2013 Pazartesi

Güle Güle GÜNEŞ imiz


Hocam böyle olmamalıydı....
Çok farklıydın bizim için, hem de çok. Kızının mezuniyet töreninde yan tarafındaydım, çekindim konuşamadım senle, Seulda çalıştığın bir dönemdi,bu kadar işin arasında bir de bana mı vakit ayıracak dedim. 6 ay sonra tekrar takımın başına geçtin yavaş yavaş her şey değişti. Önce takımın futbolu, sonra takıma bakış açısı. Bizlere ve bize karşı bakışlara her zamanki gibi saygı kazandırdın. Gittiğim maçlarda hep seni izledim, Urfa'daki maçtan aklımda kalan görüntü, elinde kağıt kalemle 2-1 öndeki takımını hucuma çıkarmak için çırpınmandı. Olimpiyat Stadı'ndaki Bursaspor Süper Kupa Finalinde, eşofmanlarınla, senin deyiminle yeni bir yolculuğa bizim deyimizle yeni bir efsane yaratmaya hazırlanıyor gibiydin. Yine Olimpiyat Stadı'ndaki o müthiş 1-3'lük İ.B.B. maçında, Umut'un golünden sonra Alanzinhoya "işte dediklerimi yaptın ve golü attırdın" der gibi sarılıyordun. Sivas'taki 2-3'lük maçta ise maçın sonları bir türlü geçmediği için, kulübeye "arkadaşlar hala bitmedi mi?" dediğin an senin de bizim gibi, diğer insanlar gibi, etten kemikten yapıldığını, duygularının olduğunu anlamıştım. Hatta canım sıkılmıştı, bir yandan da bizlere daha da yakın gelmiştin. Şampiyonlar Ligi'ndeki maçlarda ayrı bir apoletle oradaydın ve üzerinde harika durmuştu, senin yerin orasıydı hocam.



   Hep yakınlarından duydum seni ve  özel hayatını. Konu, çalışma ve iş 
disiplini olunca kimseyi tanımadığını, neredeyse tesislerde yatıp kalktığını. Seninle ilgili belgeselleri izledim, hep hayatından ipuçları almaya çalıştım, merak ettim seni, biz Trabzonlular için hakkımızı savunan ve kollayan bir   baba figürü gibiydin.
  2010-2011 sezonu son hafta Karabük maçından sonra takım otobüsünden  inip taraftarlara yaptığın konuşma, bence şimdiye dek ağzından çıkanların  zirvesiydi. Her şeyi görmüştün,hem de tarihler 22 Mayısı gösterirken ama  senin söylediklerini insanlar 3 Temmuz'da anlayacaktı. "Bazılarının para  ile yaptığını biz çalışarak, emekle yaptık. Tarih bunları da yazar."derken gözlerim doldu ve sonra otobüse dönmek için "yolumuz uzun"dedin ne kadar içten,bizden, bizim mahalleden bir ifadeydi "yolumuz uzun".
Hiç unutamadığım ise Süper Finalde Avni Aker'deki Fenerbahçe 
maçıydı, herkes o maçı bekliyordu. Ben İstanbul'dan, kardeşim Ankara'dan, 
kuzenler Ordu'dan, ortada buluşup gelmiştik maça.  Emre-Zokora olayı da 
tazeydi. Taraftar  çıldırmış  gibiydi  maç  neredeyse  oynanamıyordu, siyah takım  elbisen ve  tüm adamlığınla koşa koşa tribünlere geldin ve "atmayın" dedin elinle ağzını işaret ederek "yalnızca bağırın ama atmayın, bana atın  bana " diyordun. Olayların olduğu ve senin tribüne geldiğin  yere  çok yakın bir yerdeydim, çok sinirlerim bozulmuş ve gözlerim dolmuştu, amaçsızca o guruha bağırdım "yeter lan hoca geldi hala niye atıyorsunuz." Daha sonra ise aynı maçta 2 defa daha o tribünlerin önüne geldin kendini siper ettin, bunu yapacak başka hoca asla tanımıyorum. Bunu yapmazlar. Bunun  iki  sebebi var: birincisi cesaret edemezler,ikincisi ise tenezzül bile etmezler. Aslında bu durum hocalığının özetiydi, hem cesaretliydin hem  de  gerektiği  yerde  taşın altına elini koyabiliyordun, hem de kişisel çıkarlarını hiç düşünmeden.


   Ve günün sonunda Yaşar Kemal'in şu sözü işin özeti oldu
" O iyi İnsanlar o güzel atlara binip gittiler. Demirin tuncuna, insanın 
piçine kaldık."

Hocam sen hiçbir şey kaybetmedin, ama biz seni kaybettik.

Güle Güle GÜNEŞ'imiz.......

Yazan: Semih BİLEN
Düzenleme: Gülekşen Ulusoy

12 Mayıs 2011 Perşembe

URFA VE KUPA


Final belli olmuştu, yer Şanlıurfa, Şanlıurfa GAP Arena. Final maçı ve Türkiye Kupası bu seneki en büyük hedefimiz, gidilmeli ama nasıl bir yol izlenmeli? Soner’i aradım, gidiyor muyuz dedim, kesinlikle dedi. Hemen Urfa uçak seferlerine bakıldı, çok sınırlı ve pahalı. Etrafında gidilecek iller incelendi. Gaziantep’e bakıldı, güzel, Antep üzerinden gitmek mantıklı olabilir, son konuşmalar yapıldı, izin planlaması tamam.


İki gün sonra bilgisayar karşısına oturulup uçak biletlerine bakılınca bir şok yaşıyorum. Bilet fiyatı iki gün önceye göre iki kat artmıştı. Artık alternatif güzergâhlar için Google keşifleri başladı. Tabii seçilen havaalanın Urfa’ya yakınlığı ve Urfa’ya kolay araç bulabilme durumu, bunlar ciddi fizibilite çalışmaları gerektiriyor. Sonunda karar verildi, ilk hedef Malatya, biletleri aldıktan sonra babamın da uyarısıyla neden Adana üzerinden gitmediğimi düşünmeye başladım. Belki Adana Malatya’ya göre Urfa’ya daha uzaktı ama hem uçak seferleri fazla hem daha ucuzdu ayrıca Adana-Urfa arası tamamen otoyol bu da daha konforlu ve daha hızlı bir yolculuk demek. Biletleri değiştirmeden önce Adana’da yaşayan sevgili ağabeyim Mustafa Farsakoğlu’na danışmayı uygun gördüm. Gece geç bir saat, aramak uygun olmayabilir, mesaj atılabilir “Adana Urfa arası ne kadar sürer” mesajdan sadece 15 dakika sonra telefonum çaldı. “ Hayırdır Semih” dedi, durumu anlattım, bizim kadar olmasa da oda Fenerbahçeli, 9 yaşlarında bir çocuğu var o da hevesleniyormuş bu maç için; gelin dedi buradan arabayla geçeriz. Hemen biletler değiştirildi ve 5 Mayıs sabahı İstanbul-Adana biletleri alındı.

4 Mayıs gecesi bizde buluşalım dedim Soner’e uçak sabah 6’da otobüsle Sabiha Gökçen’e geçeceğiz, 4 gibi otobüse binmemiz lazım. Gece 23’e doğru Soner geldi bir müddet sonra ev halkı yattı. Uyumamaya karar vermiştik saat 1’e geliyor ne yapsak “Green Street Holigans” hiç fena gitmez diye düşündük, gaza da gelir havaya da girerdik. Saat 3’e doğru evden çıktık, her yerimiz bordo mavi, yürüdüğümüz mekân Kadıköy, bir çorbacıda çorba içildi, çorbacıdaki adamın gereksiz maç muhabbetleri, adam Fenerli belli, zor maç falan.

Durağa geldik otobüsün kalkmasına 15-20 dakika var Soner ve ben bordo-mavi, etrafta 10-15 civarı sarı-lacivertli var, belli maça gidiyorlar. Efendi çocuklar ama bizde efendiyiz, sorun yok otobüste yerimizi alıyoruz, Pendik’e kadar hiçbir sıkıntı yok, Pendik sahilden otobüse bir fenerli bindi ama ondan önce alkol kokusu sardı otobüsü. Hiçbir yer yokmuş gibi tam arkamıza oturdu. Sorun çıkacağını düşünmüyorum ama adam düşündüğümüzden daha sarhoş, bağıra çağıra telefonla konuşuyor. Yan koltukta bir çift rahatsız oldu “Biraz sessiz olur musun bayan rahatsız oluyor” dedi. Fenerli kardeşimiz böyle bir tepki bekliyordu sanırım.

- Fenerli “ne var ne oldu”

- Yolcu “Bayan rahatsız oldu çok bağırıyorsun”

- Fenerli “Sana ne lan sarhoşum ben idare edeceksin, maça gidiyorum ben, sen hangi takımlısın”

- Yolcu “Fenerbahçeliyim”

- Fenerli “Bak maça gidiyoruz, sarhoşum hem ben idare edeceksin uzatma”

Karşılıklı atışmalar, Fenerli, yolcunun üzerine yürür, Fenerli sakinleştirilir ama artık ortam elektrikli. Fenerli kafası iyi arkadaş ayağa kalktı “burası neresi, ben falan yerde ineceğim”, bizde üzerimize ne vazifeyse “Bak herkes havaalanına gidiyor bu durakları bilmeyiz sen şoföre sor” dedik. Bir şey demedi ama bize bakıyor olayı çözemiyor, belki de kafasındaki soru şu, madem maça gidiyorlar neden sarı-lacivert değil de bordo-maviler. Finali oynayacakları takımla ilgili bir fikri olduğunu zannetmiyorum belki de Urfa’ya gidip kupayı alıp geleceklerini zannediyor bile olabilir. Tam o sırada bize döndü, ben de Soner’e “Dostum hazırlıklı ol, olay çıkacak” dedim.

- Fenerli “Sizde mi maça gidiyorsunuz”?

- Ben “Evet”.

- Fenerli “Urfa’ya mı”?

- Ben “Hayır, Adana’ya”

- Fenerli “Ben Urfa ya gidiyorum ama”.

- Ben “Git kardeş, biz Adana’dan geçeceğiz”

- Fenerli “Ama ben Urfa’ya gidiyorum”

- Ben “Urfa’ya gidiyorsan, neden havaalanında inmiyorsun”

Arkadaşta cevap yok, işin ilginci tam o esnada Fenerli ineceği yeri buldu ve düğmeye bastı. Sabah zifiri karanlık yolda da ışık yok ve o kafayla ineceği yeri bulması ilginç. Otobüsün durduğu durak bir sitenin tam girişi, saat 4-5 arası, normal insanlar uyuyorlar normal olmayanlar ise maça gidiyorlar. Fenerli arkadaş durakta indi ve son sesiyle bağırıp tezahürat yapmaya başladı, otobüste herkes gülme krizine girdi, hem adamın haline gülüyoruz hem de site sakinlerinin haline acıyoruz. Adam resmen senaryoyu otobüste yazdı ve inince de oynadı.

Havaalanına geldik yavaş yavaş hava ağarıyor ilk güvenlik kontrolüne girdik, etraftaki bol miktarda Fenerli dikkatimizi çekiyor, aynı dikkat güvenlik görevlilerini de çekmiş olmalı ki, oradaki konuşmalardan bayan güvenlik görevlisinin “bizimkiler de gelir şimdi” dediğini duyuyor ve hemen atılıyoruz “aha da geldik”. İkinci güvenlik kontrolüne de geçtik, alanda Fenerliler sayıca üstün gördüğümüz renktaşlarla selamlaşıyoruz. Sabiha Gökçende sarı-lacivert ve bordo-mavi öbeklenmiş, iyi diyoruz azız ama yok değiliz. Uçağa gitmek üzere son kapıdan geçiyor ve bizi uçağa götürecek otobüse biniyoruz, çok az kişiyiz, o esnada bir kalabalık, sarı-lacivertliler, bağrışmalar ve Fenerli bir taraftar grubu otobüse bindi, sadece ikimiz ve yanımızda 50 ye yakın Fenerbahçeli, sorun yok ama. Uçakta yerimizi aldık, bir saçmalıkta burada, iki taraftaki üçlü koltukların bir başında ben diğer üçlünün bir başında Soner, yanımızdaki iki koltuklar kime verilmiş, tabi ki Fenerli taraftarlara, birbirimize bakıp gülmeye başladık, içlerinde biri ağabey yer değiştirsek iyi olacak dedi valla iyi olur dedik yerlerimizi değiştirdik.

Adana ya indik Mustafa ağabey bizi karşıladı, arabasına bindik, Arabada Soner ve benim yanımda üç de Fenerli, Mustafa ağabey oğlu ve arkadaşı. Kah sohbet kah uyku arada bir mola, ilk mola Osmaniye, orda mesajlar, mesajlara cevaplar, almadan gelmeyinler. Yine uyku anlarından ayılmaya başladığım bir anda etraftaki askeri araç konvoyuna gözüm çarptı. Bunlar ne dedim “Sınıra asker sevkiyatı” dediler, işte hayatın gerçekleri.

Urfa’ya geldik, maçın başlamasına 4 saat kadar vakit var. Urfa sıcak, etrafta Trabzonlular Fenerliler. Ortam keyifli, beraber aynı lokantada oturuyor yemek yiyorlar. Hatta bizim gibi beraber sohbet ediyorlar. Formalarımızla şehirde yürürken lisenin bahçesinden bağrışmalar yükseliyor, ağabey biz Trabzon’u tutuyoruz, ardından başka bir ses Fener kazanacak ama şehrin büyük çoğunluğu Trabzonsporlu. Maçtan 15 gün önce Şanlıurfaspor ve Trabzonspor kardeş kulüp ilan edilmiş, hatta taraftar grupları klasik 61. dakika şovunu ayrıca 63. dakikada da (Urfa’nın plakası) yapmaya karar vermiş ve genel Anadolu yaklaşımı bu sayıyı arttırmış olsa gerek. Ancak şunu net bir şekilde söyleyebilirim, hani kaç tane UEFA ve ya Şampiyonlar Ligi finali izledin denilebilir ama bir Avrupa Kupası mücadelesi, hatta finali gibi. Taraftarlar hem şehri tanımak için sokak sokak geziyor, hem de formaları, kaşkolleri, flamaları ve bayraklarıyla şehri renklendiriyorlar. O gün Urfa da tam 5 renk var Bordo-Mavi-Sarı Lacivert ve Yeşil, Urfa sporun yeşil sarı renkleri fenerin sarısıyla birleşip 5. renk olarak ev sahibini anlatıyor konuklarına.

Stada doğru hareket ettik her şey kardeşçe dostluk havası üst seviyelerde, stadın kapısına gelince polis haklı olarak sordu “Fener mi, Trabzon mu” Mustafa Ağabey her ikisi de var deyince poliste hafif bir sessizlik oldu, buranın Trabzon tarafı girişi olduğunu anlatmaya çalıştı, Soner ile arabadan inip bizim tribüne doğru yollandık. Stadın yanındayız hava çok sıcak, üzerimizde formalar terliyoruz. Stadın önünde güvenlik, tanıtıcı kitapçık ve su veriyor bu iyi diyorum, hatta içerde bol bol alırız bu su küçük diyorum. İkinci kapıya gelince suları almıyoruz diyorlar, hafifçe sırıtarak eee siz vermediniz mi zaten diyorum. Olmaz içeri suyla giremezsin, diyorlar; neyse uzatmayalım diyerek suyu bırakıyorum, polis hemen atılıyor neden bırakıyorsun ee almıyorsunuz ya diyorum, ya içsene diyor, içmeyeceğim deyip içeriye giriyoruz (Bunun çok büyük bir hata olduğunu az sonra çok acı bir tecrübeyle öğreneceğiz, ama daha farkında değiliz). Girdiğimiz kapının turnikesi bozulmuş, biz bileti görevliye veriyoruz diğer görevli turnikenin üzerinde kapıyı çeviriyor, oldukça teknolojik.

Urfa GAP Arena’ya girdik, yerimiz numaralı tribün bu da bizim tercihimiz değil, İstanbul da satılan TS biletleri sadece kale arkası ya da numaralı, hal böyle olunca hem çok yüksek meblağlar olmadığı için hem de bu kadar yol gideceksek tercihimiz numaralıdan yana olsun diye düşündük. Numaralı tribün de olsa yerimiz, kale arkasına yakın kötü bir yer ancak biz stada girdiğimizde maçın başlamasına 3 saat var, kimse de bizim gibi aceleci değil ve tribünler oldukça boş, en iyi yere oturduk, basın tribünün tam önündeyiz. Maç saati yaklaşıyor, sıcak, ter, susuyoruz büfe arıyoruz, su satılan herhangi bir yer yok, su bulmamız lazım sahaya seslenip güvenlik görevlilerinden rica ediyoruz, birkaç tane su geliyor ama herkes aynı durumda bize gelmiyor şişeler.

Takımlar sahaya çıktı, taraftar hareketlendi, tam o arada stat kalabalıklaşmaya başladı bizim yerimizin sahibi gelir mi diye düşünüyoruz, biletlerimizin asıl yerlerine uzaktan bakıyoruz, orası da çoktan dolmuş, bizim o kötü yerimizde oturanları kaldıracağımıza bu işgal ettiğimiz yeri savunmak çok daha mantıklı, yuvasını kollayan kaplanlar gibi bekliyoruz. Maçın başlamasına 10 dakika kala iki arkadaş geliyor, orası bizim diyor. Arkadaşlar Urfalı, pek maç kültürü de yok sanırım, tabi germemek lazım, geç kaldın dostum, gel aramıza diyorum, yok diyor benim yerim, ben gel diyorum onlar o yer bizim diyorlar. Hafifçe kulağına yaklaşıp bak kardeşim İstanbul’dan geldim hiç uyumadım, 4 saattir buradayım ve lanet stadınız yüzünden susuzluktan boğazım kurudu, ya adam gibi gelirsin maçı beraber seyrederiz ya da gider kendine yer ararsın diyorum. İkisi de şaşırıp peki diyor yanımıza geliyorlar.(Az bile çıkışmışım nedenini az sonra anlarsınız).

Maç hareketli başladı beklediğimizden daha iyi ve istekliyiz çok gol kaçırdık, Fener sinsi sinsi bekliyor. İlk yarı golsüz bitiyor. İkinci yarı başlıyor artık gol bekliyoruz. Song yapma, Alex, Onur ve dünyamız kararıyor. Diğer taraftan gol sesi ve sahada sevinen sarı lacivertliler, yerimde mıhlanmış duruyorum, yıkıldık dakika 54 her şey zor geliyor artık. Dönmezse ya bu maç, yanımdaki bizim yerin sahibi iki Urfalı birbirine göz kırpıyorlar anlaşılıyor ki bunlar Fenerli, can sıkıntısı iki kat daha artıyor. Yanımda iki Fenerli var sevinemeseler de mutlular, bana acır gözlerle bakıp sigara içer misin diyorlar sigaram bitmiş ihtiyacım var ama nefret önüne geçiyor sigara isteğimin, istemez diyorum, pis pis bakarak her ikisine de. 61. dakika kutlaması, hiç içimden gelmiyor katılmak, 63 dakika, aynı gösteri Urfalılar için de yapılıyor tüm TS liler ben hariç Urfa diye bağırıyorlar çok karamsarım, o arada Colman’ın topu direkten dönüyor artık maçın bu skora kilitlendiğini düşünüyorum. Tam 14 yıl önce aynı güne dönüyorum 05 Mayıs 1996 yer Hüseyin Avni Aker Stadyumu, 16 yaşımı yeni dolduruyorum, üniversite sınavına gireceğim. Trabzon’daki son yılım belki de şampiyonluk, ama hayır olmamıştı. Tarih hep mi tekerrürden ibaret, aynı gün, aynı iki takım, aynı Şenol Hoca, tribünde aynı ben, Colman’a faul yapıldı, Selçuk topun başında olur mu oldu bile Umut Bulut adı gibi, artık 1-1 durum.


Maç gerginleşiyor, bir Fener Bir TS bir uzun top, dakika 80 Engin gidiyor ha pas verdi ha verecek ama hala gidiyor gidiyor gidiyor ceza sahasına girdi sanki bir ömür sürüyor bu anlar, vurduuuuu veeee gollllllllllllll.

Deliler gibi bağırıyorum, yandaki bizim yerin sahibi pis pis gülen iki Fenerlinin sırtındayım, şaşkınlar, hiçbir şey diyemiyorlar. Engin bizim tribüne doğru koşuyor, ağzını okuyorum ama ne söylediğini burada anlatamam, daha 10 dakika var. Fener saldırıyor Şenol hoca da çıkın diyor, savunma da kalmayın, ancak o ruh halini tahmin etmek zor olmasa gerek. Oyuna Gökhan Ünal giriyor hayır hayır ondan gol yemek iğrenç bir duygu olurdu. Bu arada hızlı bir kontratağa çıkıyoruz, Sezerden imkansız bir pas ama Umut yetişiyor nerdeyse auta çıkacak topu saklıyor dakika 90 +4 topu Colman’a atıyor hadi diyorum olmuşken 3-1 olsun bir bilek hareketi şut ve top fileye değdi ve film koptu bir ara üst kattaki basın tribününe çıktığımı hatırlıyorum, oradaki camı yumrukladığımı. Aşağı indiğimde maç bitmiş bu arada Soner ile birbirimize bir sarılıyoruz bir birbirimize vuruyoruz, durup durup bağırmaya devam ediyoruz, aradan sanırım epey zaman geçmiş olacak ki yaşlıca bir adam ikimizi de sarsıyor, oğlum artık kendinize gelin sizlere bir şey olacak tamam sakinleşin artık diyor.


Duruyoruz, oturuyoruz, nefes nefeseyiz büyük ve yorgun bir vakurlukla kupa törenini bekliyoruz, kupa töreni ardından takımımız kupayla stadı turluyor etrafıma bakıyorum. Urfalı bir arkadaş elinde bir Trabzonspor bayrağı sallıyor, o kadar içten sallıyor ki, yüzüne, gözlerinin içine bakıyorum, anlayabiliyorum ruh halini, bu kardeşimiz Türkiye içinde herhangi bir alanda şampiyonluk, birincilik, liderlik yaşamamış, ama şimdi Türkiye’nin en iyisinin taraftarı, onca hayatında belki de bunu ilk defa yaşıyordu. Ona bu şansı Trabzonspor verdi çok mutluydu çok Urfalı kardeşlerimizin gözlerini asla unutmayacağım. Biz mazlumların kenardan kalmışların takımıyız onların o köşelerinden çıkarıp en tepeye taşıyoruz.

Yazan: Semih BİLEN
Düzenleme: Ayşe Ezgi YILDIZ







28 Ocak 2010 Perşembe



YAĞMUR, ÖZLEM VE TRABZON

Yağmur İstanbul’u teslim almıştı, tıpkı Trabzon’da olduğu gibi…Gün içinde aralıksız devam edip, gece olup da uyku bedeni sarmaya başladığında ve perde hafifçe aralanıp dışarı bakıldığında hızını hiç alamadan devam ettiği günlerde olduğu gibi…
Doğduğum ve kendimi ait hissettiğim topraklardan ilk kez ve en uzun soluklu ayrıldığım İstanbul’daki üniversite yıllarında, şehre bir hafta süreyle yağmur yağmadığını fark ettiğimde şaşkınlıkla sormuştum sevgili arkadaşım Tolga’ya “ Kanka burada hiç yağmur yağmaz mı? ” diye… Anlaşılmaz bir ifadeyle suratıma bakmıştı, şart mıdır der gibilerinden.


Üç gün yağmur yağmamanın ne anlama geldiğini bilmediğim memleketimden ‘Trabzonumdan!..’, İstanbul’a gelmiştim , içimdeki Trabzonspor aşkını canlandırabilmek için, doğa taşları yerli yerine koymuştu. Böyle hissediyorum şimdilerde…
Yurdundan ayrıldıktan sonra özlem insanın içine önce köz halinde düşer, geçen her yıl şiddetini arttırarak tutuşmaya başlar, otuzuna dayanınca da ilk Karadeniz kıyısında anlamsızca kapkara denize bakar, kokusunu içine çekip, gözlerinin dolmasıyla dehşeti dışa vurur özlemin.



Artık sık sık geliyorum doğduğum ve ait olduğum topraklara, kendi işimle de kesişince, bu ziyareti, bir Avni Aker macerasına denk getirmemek olmazdı. Hele de maç Pazar günüyse ve ben Cuma akşamından gelebildiysem Trabzon’a, hayatımın en güzel hafta sonlarından birini geçireceğim demektir.
Tabi maç sonrası haftanın finali olurdu ki, biz genelde mutlu sonları sevmezdik, ya bir berberlik bizi zirve yarışından geride bırakırdı ya da rakibi ezmemize rağmen maçta sonra elimizde kalan sıfırdan ötesi olmazdı.



Trabzon havalimanına indiğimizde saat 01:00 ı geçiyordu, İstanbul da daha sonra kendini kara dönüştüren, yağmur, yurdun dört bir yanını, arkasına fırtına ve tipiyi alarak esir almışken, Trabzon “yaz gecesi” tabiri abartılı olsa da, ılık bir sonbahar akşamını yaşıyordu (eee ne olacak her konuda olduğumuz gibi hava durumunda da muhaliftik).
Cumartesi sabahının değişmezi Rüştünün Fırınında yenen kıymalı (Gıymalıdır aslı ama neyse)nın ardından arkadaşlarla bir araya geldik, yıllar önce kaybettiğimiz lise arkadaşlarıyla, eee mekan Trabzon ise yemeğin yönü balık olmalıydı. Trabzon da balık yerken sohbet konusu da Trabzonspor’dan başkası olamazdı. Arkadaşlar son olarak kaybettiğimiz Fenerbahçe maçına gittikleri için yeminliydiler maça gitmemeye, Fatih Tekke ile başlayan sohbetimiz Şenol Güneşe kadar uzanmıştı. Balıkçıdan sonra gidilen ve bol demli çaylarla süslenen sohbetin konusu zaman zaman Trabzonspor’un dışına çıktığın da Trabzon ve siyaseti mevzu bahisti. Gecenin sonunda tüm sinirli sözler, yeminler, bu yönetimle olmazlar unutulmuştu, Trabzonspor sevgisi bir battaniye gibi sarmıştı hepimizi. Gurur duyuyoruz diyorduk, “gurur duyuyoruz şehrimizin takımını tutabildiğimiz için” özellikli şehrin çok özel taraftarıydık, yıllardır taraftarın statta ne yapması gerektiğini bilmeden.




Sabah kalktığımda yine soluğu Rüştünün Fırınında aldım, sonrada atmosferi koklamak için Avni Aker civarında bir tur, esnaftan tanıdığımız ağabeyler ile sohbetler, eleştiri, eleştiri,eleştiri….. Bir şehir bu kadar mı muhalif olur, uç noktası bu olmalı muhalefetin, hatta bir ara Kolombiyalı yeni transfere verilen parayla Kolombiya’dan oyuncu değil takım bile alınabileceği eleştirisi, günün özetiydi aslında....


Ama her şey gişeden geçtikten sonra yönetimin dağıttığı yağmurluklara bürünüp Avni Aker’in griliğini görünceye kadardı. Dağıtılan yağmurluklar Trabzon taraftarını hiçbir zaman olmayacak şekilde tek tipe büründürmüştü. Maraton mavi, kale arkaları bordo ve beyaz. Az sonra hakemin düdüğü çaldı ve sonrası ciddi anlamda tek kale oynanan atak üstüne atak, nefes bile alınmasına izin vermeyen takımım ve karşısında umarsız Sivas çırpınışları. Gerçekten Trabzonspor o gün bizlere nefis bir maç izlettirmişti tüm hücum organizasyonlarını gördüğümüz mücadele, göz zevkini katlayarak bizlere yaşattı ve sahadan 3-1lik galibiyetle ayrıldık. Müsabaka notları işin ayrıntısı bize kalansa, nefis bir hafta sonu, yediğim k(g)ıymalı, balık, lise arkadaşlarıyla özlem giderme, saatlerce demli çay eşliğinde, sıcak soba başında sürdürülen sohbetler ve dönüş yolundaki bu topraklardan ayrılma hüznü.
Seni Seviyorum ait olduğum topraklar.


Yazı: Semih BİLEN
Düzenleme: Tolga MAR

18 Kasım 2009 Çarşamba

UMUDA YOLCULUK




2008-09 sezonunda Başkan Sadri Şener “Bu kadro çok yeni oluşturuldu ilk senesinde hedefimiz Avrupa kupaları, şampiyonluk ancak seneye” dediğinde acaba inanmalı mıyız diye düşünmüştüm, inanıp şampiyonluğa kilitlenmiş, bir şehirde ve camiada bu açıklama nasıl bir tepki yaratırdı?
Kimileri inandı peşinden gitti, kimileri inanmadı, ama hiç hesapta olmayan bir takım (en azından sezonun ilk yarısı için) Beşiktaş şampiyon olmuştu. Trabzonspor’un şampiyonluğuna mani ise en kötü sezonunda bile yendikleri Denizlispor ve Konyaspor Avni Aker'de yenilmesiydi.
2009-10 sezonu fantastik başlamış ama felakete doğru sürüklenmekteydi. Sivas maçından sonraki Diyarbakırspor maçı bu sezonki ilk dönüm maçıydı ve caminanın yüzünü iyiden iyiye güldürecekti, nitekim sezon başında beklenenin çok altında kalan kombine satışları Sivas galibiyeti ile tetiklenmiş, Diyarbakır maçı inanılmaz bir kalabalık önünde muthiş bir beklenti ile oyanıyordu, filmin sonu malum... Ancak izleyen süreç daha da acı verici, Manisa mağlubiyeti ve Bursaspora kaybedilen 2 puan. Diyarbakırspor maçından sonraki ikinci dönüm maçı İ.B.B. maçıydı. Kaybedilecek 2 ya da 3 puan, hiç önemli değil camianın son hareket emri olacaktı ki, bu gizli gerçeği herkes biliyordu, hatta benimde içinde bulunduğum, İstanbuldaki sel felaketine rağmen Atatürk Olimpiyat Stadına gelen yirmi bin renktaş bile. Bir maç beklendiğinin bu kadar tersinde geçebilir. Trabzon puan kaybeder diye beklenirken 1-6 lık galibiyet gelmişti, ardından Antalya galibiyeti, bir sonraki hafta Başkentteki Gençlerbirliği maçına çok farklı bir görev biçmişti. Belkide fırtına tekrardan ligi sallayacaktı ancak beklenen sonuç yine gelmedi 2-0 öne geçen Bordo Mavilileri dramatik bir son bekliyordu. 61 numaralı celladın attığı gol 2-2 lik sonucu getirmişti.
Sonraki haftalarda Hüseyin Avni Aker’de Antep beraberliği, Ali Sami Yende Galatasaray mağlubiyeti gelmişti. Şimdiki dönüm maçı ise Kayseri maçıydı bu sezonki 2. felaket habercisi ve dönüm maçıydı. Aslında maç, felaket bekleyenleri yanıltmamıştı, Kayseri bu sezon ki sansasyonel golcüsü Ariza (Arıza) Makakula ile öne geçmişti, akabinde Hugo Broos bu seneki en iyi hamlelerden birini yaptı, maçın 28. dk.sında Engin ve Yataranın yerine Selçuk ve Umutu oyuna almış, maçı da Trabzona kazandırmıştı. Sonraki hafta hükmen Ankaraspor galibiyeti yinede 3 puanı, puan cetvelinde Trabzonsporun hanesine yazdırıyordu.


Aslında bu üç puan Trabzonu başka bir viraja sürüklemişti, bu seneki 4. dönüm maçına, uçak Samsun Çarşamba Havalimanını ikince kez pas geçince acaba işler kötümü gidecek diye düşünmeye başlamıştım; ta ki kendimi Avni Akerin büyülü atmosferinde buluncaya dek. İsteyen taraftar bağırmıyor desin isteyen çok sabırsız, yolunuz bir gün Hüseyin Avni Akere düşerse lütfen gökyüzüne bakın ve daha sonra tekrar konuşalım, yağmuru güneşi ya da soğuğu her biri başka ifade buluyor bu stadta. İlk yarı çok durgun geçmiş gibi gözükse de Trabzonun 3 net pozisyonundan bahsedebiliriz, Beşiktaşın da hiç pozisyonundan, ancak yine ilk yarıdaki futbol en azından Hüseyin Avni Akerdeki izleyicileri hiç tatmin etmemişti. Müsabaka Trabzondaydı golleri kaçıranda Trabzondu ama biz daha fazlasını bekliyorduk. İkinci yarı ise dramatizenin tanıtımı gibiydi, 48 de pozisyon olmadan Ernst in yakaladığı şut şansı 0-1 ve 90 da Bobo ile 0-2; bu iki golün arasında nemi oldu ? Hakan Arıkanın kurtardığı 6 net pozisyon.
Yine bir dönüm maçı yine bir hüsran yavaş yavaş “Trabzona okunan beddua” efsanesine inanmaya başlayacağım. O ne mi bir dahaki yazımın konusu.

Sevgilerle……..

Semih BİLEN